Notice: Undefined variable: grid_data in /home/u8284090/sen.av.tr/assets/php/function.php on line 84
Prof. Dr. Ersan Şen
Doğa Ceylan
Notice: Undefined variable: grid_data in /home/u8284090/sen.av.tr/assets/php/function.php on line 84
Cesetsiz Cinayet Üçüncü Kısım: Mahkemenin Re’sen Delil Araştırma Yetkisi Var mı?
05.11.2025 / Prof. Dr. Ersan Şen, Av. Doğa Ceylan
1- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 21.05.2025 Tarihli, 2023/1-259 E. ve 2025/228 K. Sayılı Kararı Hakkında Genel Bilgi
“Cesetsiz cinayet” konusu ile ilgili daha önce iki yazı yazdık. Bu defa aynı konuda tekrar yazı kaleme almamızın sebebini; ilk yazımızda yer verdiğimiz Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin cesetsiz cinayetten dolayı kasten öldürme suçundan fail hakkında verilen mahkumiyet kararına karşı, Konya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi’nin istinaf başvurusunun esastan reddine dair kararı sonrasında, ret kararına karşı yapılan temyiz incelemesini yapan Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin, davaya konu suçun hukuki niteliğinin kasten insan öldürme değil, bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme olacağından bahisle bozma kararı vermesi, bozma kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.308 uyarınca Başsavcı itirazında bulunması, yapılan itirazın 1. Ceza Dairesi tarafından oyçokluğu ile reddedilmesi, bu kararın ardından Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilen dosyanın, Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından değerlendirilmesi, ancak işin esasına girilmeden Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca, sanık hakkında eksik araştırma sonucu hüküm kurulup kurulmadığı bakımından öncelikle inceleme yapılıp karar verilmesi oluşturmaktadır[1].
Sayın Genel Kurulun; dosyanın esasına girmeden “ön sorun” gördüğü husus dikkate alındığında, kaybolan ve dosya içeriğinde “maktul” kabul edilen şahsın ölüm olgusunu kabul ettiği, ancak bunun nasıl gerçekleştiği hususunda eksik inceleme ve araştırma nedeniyle tereddütte kaldığı, bu nedenle bazı delillerin toplanmasının ardından suça konu fiille ilgili hukuki nitelendirme yapılabileceği düşüncesinde olduğu, bununla birlikte “şüpheden sanık yararlanır” ilkesini tartışmaya açmadığı görülmektedir. Muhtemelen dosyanın Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilip, bozma kararında gösterilen eksik inceleme ve araştırma ile ilgili hususların giderilmesi sonrasında verilecek kararın temyiz edilmesi halinde, gerek 1. Ceza Dairesi ve gerekse dosyanın tekrar önüne gelmesi halinde işin esasına bakacak olan Genel Kurul, suçun unsurları ve sübut bakımından dosyayı inceleyecektir. Ayrıca Sayın Genel Kurulun; tutuklama nedenlerinde herhangi bir değişiklik bulunmadığını, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut deliller ile sanığa isnat edilen suçun vasfını da gözeterek, sanığın tutukluluk halinin devamına karar verdiği, tüm bu kararlara oybirliği ile ulaştığı anlaşılmaktadır.
Sayın Ceza Genel Kurulu; Sayın Yargıtay Başsavcısının suçun hukuki nitelendirmesi yönünden sanık aleyhine yaptığı itirazla önüne gelen dosyada; itirazda gösterilen sebeple bağlı olmadığından ve dosyayı bir bütün halinde incelediğinden, maddi hakikate ve adalete ulaşmada somut olay bakımından bir ön sorun olduğunu tespit ederek, evleviyetle dosyada “maktul” olarak kabul edilen Fatma adlı kişiye ne olduğunun, bu kişinin nasıl kaybolduğunun, nerede olduğunun ve başına ne gelmiş olabileceğinin yeterince araştırılmadığını, yeterli arama, tarama, araştırma, delil toplama ve değerlendirme yapılmaksızın hukuki bakımdan doğru bir sonuca varılamayacağı gibi, ceza muhakemesinin amacı olan maddi gerçeğe ve adalete ulaşılamayacağına, bunun için de beş başlık altında tespit ettiği eksik hususların giderilmesi gerektiğine karar vermiştir.
Ceza Genel Kurulu; somut olayın özelliklerini dikkate alarak, maddi hakikate ve adalete ulaşmada haklı tespitler yapmış olabilir, ancak görüleceği üzere, bu tespitlerin hukuka aykırılığın olup olmadığını anlayabilmek için temyiz incelemesinin sınırını teşkil eden hukukilik denetimini aşan sebeplere ilişkin olmasının yanında, gelinen aşamada soruşturma evresinin tümden, kovuşturma evresinin de ilk derece, istinaf ve ceza dairesinin temyizen inceleme kısımlarının tüketildiği bir anda gündeme gelmesi, CMK m.206 ve m.207 ile temyiz inceleme sınırını gösteren CMK m.288, m.289, m.294 ve m.301 karşısında pek mümkün gözükmemektedir.
Sayın Genel Kurulun kabulüyle; davaya konu olayın maddi vaka incelemesinin tam olarak yapılması ve eksik araştırmaların tamamlanmak suretiyle yeni delil toplanıp değerlendirilmesi, doğrudan olmasa da dolaylı olarak ve davanın sonucuna etkisi itibariyle hukukilik denetiminin kapsamında sayılmıştır. Oysa delillerle doğrudan temas eden, soruşturmayı yapan Cumhuriyet savcısı ile derece mahkemeleri ve taraflardır. Bununla birlikte; Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun “son merci” olma özelliği ve Yargıtay Başsavcısının itirazı üzerine verdiği kararlar hariç, kararlarının kesinliği, bunun yanında bazı soruşturmaların ve derece mahkemelerinde yapılan yargılamaların iyi yürütülmediğine dair tespitler ve buna dair inanç, esasen temyiz mercii sıfatıyla hukukilik denetimi yapmakla ve içtihat birliğini sağlamakla görevli ve yetkili olan Yargıtay’ı ister istemez maddi vakaya girmeye, eksik araştırmaları ortaya çıkarmaya ve delil toplanmasını istemeye zorluyor. Ancak bu konuda yaşanan şansızlık; yürürlükte olan Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerinin buna müsaade etmemesi ve Yargıtay’ın da doğrudan delillere temas edememesidir. Evet “temyiz mercii” sıfatıyla Yargıtay’dan delillere temas etmesi beklenemez, fakat yazımızda belirttiğimiz yasal düzenlemeler, hem Yargıtay’ın incelemesi yetkisini kısıtlamakta ve hem de hakime re’sen/kendiliğinden delil toplama yetkisi tanımamaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun; “ön sorun” gördüğü mesele nedeniyle işin esasına girmediği, suçun unsurları ve sübut bakımından inceleme ve değerlendirme yapmayarak, oybirliğiyle verdiği 21.05.2025 tarihli, 2023/1-259 E. ve 2025/228 K. sayılı kararına ilişkin incelememizi ve değerlendirmemizi yapmadan önce, “Cesetsiz Cinayet İkinci Kısım” başlıklı yazımızın giriş bölümü ile “Cesetsiz Cinayet” başlıklı yazımızda kısaca değerlendirdiğimiz Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin mahkumiyet kararına yer vereceğiz.
Sonuç olarak yazımızda; bir yandan cesetsiz cinayette nasıl hüküm kurulabileceğini tartışırken, diğer yandan da mahkemenin/hakimin re’sen delil toplama yetkisi hakkında açıklamalarda bulunacağız.
2- “Cesetsiz Cinayet: İkinci Kısım” Başlıklı Yazımızın Giriş Kısmı
“Delil konuşur, konuşmazsa bilirkişi konuşturur” sözü, ceza muhakemesinde maddi hakikate ve adalete ulaşılabilmesi için söylenebilecek önemli bir sözdür. Cesetsiz cinayette “maddi delil” adı verilen cesedin veya kalıntılarının, yani en önemli delilin bulunamadığı durumda; ölümün sebebinin ve failinin bulunulabilmesinin vasıtası olan ölü muayenesi, otopsi, biyolojik, kimyasal ve kriminal incelemeler yapılmaz, yani bilirkişi incelemesine ve delil değerlendirmesine elverişli vücut veya parçası ortada yok demektir, çünkü insan öldürme suçunun koruduğu hukuki yarar yaşam hakkı, konusu da vücut bütünlüğüdür. Ortada ceset veya parçaları veya kayıp şahsın akıbetinin anlaşılmasını mümkün kılabilecek kıyafeti veya zati eşyası yoksa, kayıp şahsın öldüğü hususu şüphelidir, fakat kesin değildir. Böyle bir zorluk karşısında; belki ikrar, tanık, görüntü, ses kayıtları ile yan delillerden hareketle iki önemli sorun aşılmaya çalışılır: 1- Kayıp şahıs öldü mü? 2- Ölümün sebebi, sorumlusu veya sorumluları kim? Cesetsiz cinayet dosyalarının bu iki çetin sorusunun sebebi, “şüphe sanık lehinedir” ilkesidir. Ceza yargılamasında muhakeme ve tecrübe önemli ise de; esas olan, hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş delillerin, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu m.223/5 karşısında nereye götürdüğüdür, çünkü mahkumiyet için gerçeğe yakınlık değil, sabitlik, yani suçun sübutu aranır. Nitekim CMK m.223/2-e’de; şüphenin sanık lehine değerlendirilmesi gerektiği belirtilerek, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması halinde sanığın beraatına karar verilmesi gerektiği söylenmiştir.
Şüpheli ölümün, öldürmenin, bunun sebebi ile sorumlularının araştırılıp gerçeğin tespiti için elde edilmesi gereken en önemli delil; ölenin veya maktulün vücudu, yani bozulmamış, parçalanmamış ceset veya ondan geriye kalan parça, uzuv, doku, kemik, kan ve her türlü kalıntıdır. Elbette bilimin ve tekniğin gelişmesine bağlı olarak; ses, görüntü, dijital materyal veya olayı görenlerin tanıklığı da meselenin aydınlatılmasında, maddi hakikate ve adalete ulaşılmasında oldukça önemlidir, fakat sanık lehine olan şüphenin giderilmesi ve failin yüzde yüz bir şekilde maktulü öldürdüğünün veya ölümüne neden olduğunun anlaşılabilmesinde temel delil cesettir.
Ceset olmadan fail cezalandırılabilir mi? Prensip olarak cezalandırılmamalıdır. Varsayıma, ölüm ve sebebiyle ilgili sübjektif zan ve tahmine dayanılarak sanığın mahkumiyetine kararı verilemez, fakat uygulamada, somut olayda şüphenin sanık aleyhine giderilmesini mümkün kılan yeterlilikte delile ulaşılmışsa ve bunlarla hüküm kurulabilecekse, sanığın mahkumiyetine karar verildiği görülmektedir. Yine de belirtmek isteriz ki; öncelikle kayıp şahsın öldüğünün ve öldürüldüğünün, sebebinin ve sorumlusunun varsayımdan öteye geçen, somut delillerle tespiti ve sanığın suçluluğunun kanıtlanması gerekir, aksi halde mahkumiyet kararı verilmemelidir. Maktulün cesedinin veya öldüğünü gösteren ceset kalıntılarının bulunması, cesette yapılan inceleme veya diğer somut deliller suretiyle zorlamalı ölümün sebebi ve sorumlusu ortaya çıkarılabilmelidir.
Uygulamada; cesetsiz cinayet olarak nitelendirebileceğimiz dosyalarda, ölümün sebebi ve sorumlusu bakımından net delillere ulaşılamadan, varsayıma, yani karar vericinin sübjektif olay anlatımına bağlı mahkumiyete gidildiği, somut delillerden ziyade vicdani hareketle ve kabulle mahkumiyet sonucuna varıldığı görülebilmektedir. Bu tür bir uygulama hukuki değildir.
Ancak belirtmeliyiz ki uygulamanın; cesetsiz cinayet olarak nitelendirilen vaziyetlerde insan öldürme suçunu işlemek isteyenleri cesaretlendirmemesi, ceset yoksa cinayet de yoktur algısının olguya dönüşmek suretiyle suça eğilimi olanları teşvik etmemesi için, ortada ceset olmasa da maktulün öldüğünü ve öldürüldüğünü belirlemeye yarayan ikrar ve bunu destekleyen deliller olduğunda sanığın mahkumiyetine karar verme yönünde hareket ettiği görülmektedir. Hukuki görülmese de vicdani sayılabilecek, cesetsiz cinayet vakalarını cesaretlendirmemek, insan öldürme suçundan ceza sorumluluğunun doğabilmesi için üzerinde ölü muayene ve otopsi yapılabilecek bir ceset ve hatta incelemeye değer kalıntı veya doku parçası bulunmasa dahi, İspat Hukuku açısından ölümü, öldürmeyi ve bunun sebebi ile sorumlularını mahkum etmeye yeterli, oluşa uygun ikrar ve bunu tamamlayan diğer deliller olduğunda sanığın mahkumiyetine karar verilebilmektedir. Buna rağmen; öldüğü ve öldürüldüğü kabul edilen kayıp kişinin mahkumiyet kararı verildikten ve kesinleştikten sonra çıkıp gelmesinde ortaya çıkacak maddi hakikate ve adalete aykırılığı, yani hukuksuzluğun ağırlığını anlatmaya gerek olmadığını da ifade etmek isteriz.
12.01.2024 tarihinde kaleme aldığımız “Cesetsiz Cinayet” adlı yazımızda ise; Yargıtay kararlarını da inceleyerek, bir bütün olarak insan vücudunun, parçalarının, organ ve dokuları ile kan ve diğer biyolojik örneklerin bulunamadığı durumda, kendisinden uzun bir süre haber alınamayan kayıp şahsın öldüğünün ve öldürüldüğünün kabulü ile failin, varsa azmettiricisinin ve suça yardım edenlerin mahkum edilip edilmeyeceklerini incelemiştik. Belirtmeliyiz ki; ölüm tehlikesi altında kaybolan veya kendisinden uzun süre haber alınamayan kişinin bulunamadığı, öldüğü ve öldürüldüğü hususunda kayda değer bulgulara ulaşıldığında, ortada ölümü ve hangi sebeple, nasıl öldürüldüğünü gösteren ceset veya parçaları veya buna ilişkin tahrif edilmemiş görüntü veya dijital materyal olarak itibar edilebilir deliller olmamasına rağmen failin mahkumiyetine karar verilebilmektedir.
Cesedin bulunamadığı durumlarda iki görüşü ortaya koymak mümkündür:
Birinci görüşe göre; ceset olmadan veya kayıp şahsın öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü gösteren somut numuneler bulunmaksızın, ikrar olsa dahi, kasten insan öldürme suçundan dolayı mahkumiyet kararı verilemez.
İkinci görüşe göre; ceset olmadan veya kayıp şahsın öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü gösteren vücut parçaları, görüntü kayıtları veya tamamlayıcı delillerle desteklenmiş samimi ikrar veya somut anlatım olduğunda failin, azmettiricinin ve bu suça yardım edenin mahkumiyetine karar verilebilir. Bu görüşü de kendi içinde ikiye ayırmak mümkündür; ilkine göre, şahsın öldüğünü ve ne şekilde ölmüş olabileceğini gösteren usule uygun elde edilmiş ikrar ve anlatım yeterlidir. İkincisine göre ise; sadece samimi ikrar ve somut anlatım yeterli olmayıp, kişinin öldüğünü ve ne şekilde öldürüldüğünü netleştiren tespitler yapılmalı, bu tespitler yapılmadan failin mahkumiyetine karar verilmemelidir.
Kamuoyunda hep bilinen; cesetsiz cinayetin olamayacağı ve birisi bir başkasını öldürmekten mahkum edilecekse, üzerinde inceleme yapılabilecek ceset veya cesede ait parçalar ve/veya kan birikintisinin gerektiğidir. Ölümü, daha da önemlisi şahsın neden öldüğünü ve nasıl öldürüldüğünü gösteren tespitler yapılmadan fail hakkında mahkumiyet kararı verilemez.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223/5. fıkrasına göre, “Yüklenen suçu işlediğinin sabit olması halinde, sanık hakkında mahkumiyet kararı verilir”. Görüleceği üzere kanun koyucu; işlendiği iddia edilen bir suçtan dolayı mahkumiyet kararı verilebilmesinin şartını, hem suç ve hem de fail yönünden gerçeğe en yakınlık derecesinde dahi kabul etmemiş, suçun sanık tarafından işlendiğinin yüzde yüz tespitini aramıştır. Her ne kadar vicdani delil sistemi gerekçe gösterilerek, gerçeğe en yakınlık fikrinden hareketle, hayatın olağan akışı gereğince başka türlü olamayacağından, dosya ve deliller bir bütün olarak değerlendirildiğinde denilerek veya olsa olsa veya başka türlü işlenemeyeceğinden gibi gerekçelerle, CMK m.223/5’e ve aşağıda kısaca yer verdiğimiz “şüpheden sanık yararlanır” ilkesini gösteren CMK m.223/2-e’ye aykırı birçok mahkumiyet kararının verildiği, bu konuda yasal dayanakların gözardı edildiği, bir türlü de yeknesaklığın sağlanamadığı, bir anlamda tümü ile vicdana yenilip, itham sisteminin temelini oluşturan somut delille ispat yükümlülüğünün bir kenara koyulduğu görülmektedir.
Ayrıca CMK m.223/2-e’de, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması da delil yetersizliğinden beraat sebebi sayılmıştır. Bu hükümde ve m.223/5’de geçen sabitlik, sanık hakkında nasıl olabilir? Sabitlik, yani sabit olma; gerçekliği tespit edilmiş, kanıtlanmış anlamına gelir. Şüphe varsa ve giderilememişse, sabitlikten söz edilemez. Şüphe kavramı, Ceza Muhakemesi Hukukunda aleyhe midir, lehe midir? Giderilememiş şüphe denildiğinde ve şüphe kavramının kendisi, kullanımı ve anlama tarzı itibariyle sanık aleyhineymiş gibi algılanır, hatta algının ötesinde, maalesef uygulanır. Hukuka, itham sistemine ve buna göre ortaya koyulmuş yasal düzenlemelere aykırı olan şüphenin sanık aleyhine uygulanabileceğine dair kabule teslim olunamaz. İtham sistemine aykırı bir teslimiyet; beraberinde suçsuzluk/masumiyet karinesinin terki, ispat külfetinin sanığa geçmesi, kolay mahkumiyet kararı risklerini beraberinde getirir.
3- Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin 12.03.2020 Tarihli Kararı Hakkında Kısa Değerlendirme
Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin 12.03.2020 tarihli, 2019/42 E. ve 2020/21 K. sayılı kararında[2]; sanığın, maktulü gören son kişi olması ve maktulden o andan sonra haber alınamaması nedeniyle maktulün öldüğü ve bunun sanıktan kaynaklandığı kanaatine ulaşılmıştır. Daha sonra Mahkeme; suçun manevi unsurunu tartışmış ve sanığın, soruşturma aşamasında verdiği ve daha sonra döndüğü, araç virajı alırken maktulün düşmüş olabileceğine ilişkin beyanını, maktulün cesedinin veya ona ait hiçbir eşyanın bulunamaması nedeniyle tevilli ikrar olarak değerlendirmiştir. Öldürme fiilinin sanık tarafından ne şekilde gerçekleştirildiğine dair delile ulaşılamamasına ve buna kararda da yer verilmesine rağmen, delil bulunamaması hayatın olağan akışına uygun bulunmuş, sanığın ancak kasten öldürme fiilini işlemiş olabileceğinden hareketle, sanık hakkında mahkumiyet hükmü kurulmuştur.
Kararda; kişiler arasındaki husumet tespit edilmiş ve tevilli ikrardan yola çıkılmış olsa da Mahkemenin, ihtimal eleme yoluyla karar verdiği, nitekim iddianamenin de eleme yöntemi olarak adlandırabileceğimiz şu olmamıştır, bu olmamıştır, somut olayda olsa olsa bu olmuş olabilir diyerek düzenlendiği anlaşılmaktadır. Ceza yargılamasında bu yöntemle hareket edilmesi; ceza yargılamasının amacıyla bağdaşmadığı gibi, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesini ve suçsuzluk/masumiyet karinesini de ihlal etmektedir. Mahkeme; ihtimaller arasında yakın gördüğünü esas alarak değil, maddi gerçek olduğuna kesin olarak kanaat getirdiği vakayı değerlendirmeli, hükmünü bunu esas alarak kurmalıdır.
Şüphenin; maktulü canlı gören son kişide yoğunlaşması anlaşılabilir olmakla birlikte, bunun da kesin delillerle ortaya koyulması gerektiğinde kuşku yoktur. Bu konu ile ilgili; kişilerin telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermelerinin, bir araya geldiklerini şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya koymaya yeterli olmadığını vurgulayan, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 24.03.2015 tarihli, 2013/5-247 E. ve 2015/60 K. sayılı kararı[3] önem taşımaktadır. Bu karara göre; “İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde birbirine yakın yerlerde oturan, çalışan veya tesadüfen oradan geçmekte olan insanların cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin olağan bir durum olması gözönüne alındığında, cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsamında sinyal vermesinin sanık M. Ç.’in diğer sanıklarla bir araya geldiği ve görüştüğünü kabule imkan vermemektedir”.
4- Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 21.05.2025 Tarihli, 2023/1-259 E. ve 2025/228 K. Sayılı Kararına İlişkin Değerlendirmemiz
Özetine ilk kısımda yer verdiğimiz Genel Kurul kararında; işin esasına girilmediği, hukuki sürece ve Yargıtay Başsavcısının itiraz sebeplerine yer verildikten sonra, “III. Uyuşmazlığın Kapsamı ve Konusu” başlıklı kısımda, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının suçun hukuki nitelendirmesine itiraz ettiği, F.U.’ın hayatını kaybettiği fiilin hukuki nitelendirmesinde 1. Ceza Dairesinin bilinçli taksir nitelendirmesinin hatalı olduğu, Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin mahkumiyet kararında kabul ettiği şekilde kasten insan öldürme suçundan hüküm kurulmasında isabet bulunduğu, buna göre sayın Başsavcı tarafından somut olayda ölüm ve öldürülme olgusunun kabul edildiği, ölüm olgusu ile ilgili olarak sayın Daire ile sayın Başsavcılık arasında bir tartışmanın bulunmadığı, ancak hukuki nitelendirmelerde görüşlerin farklı olduğu, sayın Genel Kurulun da itiraza ilişkin değerlendirme yapmadan önce dosyada bir “ön sorun” tespit edildiği, sanık hakkında eksik araştırma sonucunda hüküm kurulup kurulmadığına ilişkin değerlendirme yapılması gerektiğine karar verildiği görülmektedir.
Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi’nin bozmaya konu kararı ile ilgili yukarıda yer verdiğimiz görüşümüzün devam ettiğini ve bu sebeple başta Ermenek Ağır Ceza Mahkemesi olmak üzere Konya BAM 1. Ceza Dairesi’nin, Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun görüş ve kararlarına katılmadığımızı baştan belirtmek isteriz.
Dosyada; “ölüm”, “öldürülme” ve “fail” iddiaları bakımından net tespitlerin yapılmadığı, esasen aradan geçen uzun zaman sonrasında kaybolan şahsın bulunamaması nedeniyle “ölüm” olgusunun kabul edildiği,
Sadece Ceza Genel Kurulunun; bu olguya itiraz etmemekle birlikte, bozma gerekçelerinde belirttiği üzere, bu olgunun da incelemesinin eksik bıraktığını gösteren cümlelere yer verdiği, esasen bu tespitin “öldürülme” olgusu üzerinde yapıldığı, yani mevcut inceleme ve araştırma ile “ölüm” olgusu kabul edilen şahıstan dolayı suça ilişkin hukuki nitelendirmenin ve faile verilecek cezanın netleştirilemediğinin belirtildiği, bu nedenle beş başlık altında tespit ettiği eksik hususlar giderilmeden sanık hakkında hüküm kurulmasının hatalı olacağı, mevcut durum itibariyle de sanığın tutukluluğunun devamı için şartların bulunduğu sonucuna vardığı anlaşılmaktadır.
a) Mahkemenin Re’sen Delil Toplama Yetkisi Var mı?
Esasen Sayın Genel Kurul;
“IV. Ön Soruna Dair Bilgi ve Belgeler” başlığı altında, olay tarihinde maktul F.U.’dan haber alınmamasından dolayı arama çalışmalarının başlatıldığını, en az dört kez çok yönlü arama yapıldığını, ancak tüm bunlara rağmen maktulün cesedinin bulunmadığını, yalnızca soruşturma aşamasında olaydan yaklaşık bir buçuk yıl sonra maktulü aracın kasasına aldığını, fakat bundan sonra ne olduğunu bilmediğini ikrar eden sanığın, kovuşturma evresinin başında bu ikrarından döndüğünün görüldüğünü,
21.05.2025 tarihli kararın “V. Gerekçe” başlıklı kısmında; önce “A.” kısmında ilgili mevzuat ile öğretide ön soruna ilişkin görüşlere yer verip, Ceza Muhakemesi Hukukumuzun duruşmada “delillerin doğrudan doğruyalığı (yüz yüzelik)” ve “sözlülük” ilkelerini esas aldığını, delillerin duruşmada ortaya koyulara tartışılması ve değerlendirilmesi gerektiğini, maddi hakikate ve adalete ulaşılması konusunda her türlü kuşkudan arınmaya yardımcı olabilecek delillerin toplanıp duruşmaya getirilmesinin lüzumlu olduğunu, bu konuda yaşanan eksikliklerle ve değerlendirmelerle sanığın mahkumiyetine karar verilemeyeceğini, ancak böyle bir durumda, yani eksik inceleme ve araştırma ile bazı delillerin toplanmaması sorunu devam ederken de “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi uyarınca sanığın beraatına karar verilmesinin hukuka uygun olmayacağını, çünkü tüm çabalara rağmen şüphenin sanık aleyhine yenilemediği durumda beraat kararı verilebileceğini, eksik araştırmaya ve soruşturmaya dayalı mahkumiyet kararı verilmesi kadar, beraat kararı verilmesinin de hukuka aykırı olacağını, ceza muhakemesinin amacının somut gerçeğin ortaya çıkarılması için yeterli araştırmanın yapılması olduğunu, adaletin tam olarak gerçekleşebilmesi için, maddi gerçeğe ulaşma amacına hizmet edecek tüm kanuni delillerin toplanmasının ve tartışılmasının zorunlu olduğunu,
İfade etmiştir.
Sayın Genel Kurulun ön sorun yönünden kabul ettiği bu düşünceye katılmadığımızı ifade etmek isteriz.
Ceza Muhakemesi Kanunu uyarınca muhakeme, soruşturma ve kovuşturma evrelerinden oluşur. Bunlardan soruşturma evresinde, soruşturmayı açık yürüten Cumhuriyet savcısı CMK m.160/2 uyarınca maddi gerçeği araştırır, şüphelinin sadece aleyhine değil lehine olabilecek delilleri de toplayıp muhafaza altına alır ve şüphelinin haklarını korur. Cumhuriyet savcısı yürüttüğü soruşturmanın sonunda, ya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verir veya şüphelinin iddiaya konu suçu işlediğini gösteren yeterli şüpheye ilişkin somut deliller elde edildiğinden bahisle kamu davası açılması amacıyla iddianame düzenler.
Görevli ve yetkili mahkeme tarafından iddianamenin kabulü ile de duruşma hazırlığı ve duruşma safhasına, yani kovuşturma evresine geçilir. Cumhuriyet savcısı delilleri, iddianamenin ekinde uygulamada “ek klasörler” olarak da bilinen şekilde sunar. Önemli olan; iddianamenin uzunluğu değil, CMK m.170’e ve m.174’e uygun hazırlanıp hazırlanmadığıdır. İddianame; itham sistemine uygun olmalı, suçlamayı ve buna ilişkin delilleri net bir şekilde ortaya koymalıdır. Sanığın savunma hakkını kısıtlayan, derdini anlatamayan, hukuki nitelendirme ve talepleri belirsiz, yeterli delil içermeyen ve bu delilleri de sanıkla ilişkilendirmeyen iddianamenin usule uygun olduğu söylenemez. Bilinenin aksine, lekelenmeme hakkının geçerli olduğu soruşturma aşamasında delilleri sadece Cumhuriyet savcısı ve adli kolluk toplamaz, aynı zamanda maddi hakikatin ortaya çıkması ve adalete ulaşılması amacıyla şüpheli ve onu temsil eden müdafii de delil toplayabilir ve bunları soruşturma dosyasına sunabilir.
Eski adı ile “son soruşturma” olarak da bilinen “kovuşturma” evresinde, yani eski ve yeni bilinen adıyla kamu davası ve duruşma aşamasında mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun geçerli olduğu dönemde CMUK m.237 ila m.239’a göre hareket edilmekte idi. “Yeni Kanun” olarak da adlandırılan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda bu eski maddelerin karşılığı CMK m.206 ve m.207 olarak gösterilmiştir.
Mülga CMUK m.237’de; delillerin ikamesi, talep ve kararlar, m.238’de delillerin ikamesi ve reddi, m.239’da da delilin ve vakanın geç ikamesi ve irad edilmesi hükümleri düzenlenmiştir. Bu hükümlerin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda karşılığını ise, m.206 ve m.207 oluşturmaktadır. CMK m.206’da delillerin ortaya koyulması ve reddi ve m.207’de de delilin ve olayın geç bildirilmesi hükümlerine yer verilmiştir. Cumhuriyet savcısı delillerini iddianame ekinde sunabilirken, CMK m.177’de de sanığın savunma delillerin toplanmasını isteme hakkı düzenlenmiştir. CMK m.177’nin mülga Kanunda karşılığı m.212’dir.
Mülga CMUK ve yürürlükte olan CMK arasında bu konuda en önemli fark; CMK m.206’da ve m.207’de, CMUK m.237/3’de yer alan mahkemenin re’sen delil toplama yetkisine yer verilmemesidir. Mülga CMUK m.237/3’e göre; “Mahkeme, vuku bulan talep üzerine veya kendiliğinden tanık ve bilirkişi celbini ve başkaca sübut sebeplerinin ihzar ve iradını emredebilir”. Mülga Kanunda yer alan mahkemenin re’sen delil toplama yetkisine, yürürlükte olan Kanunda yer verilmediği görülmektedir. Bunun da sebebi olarak; kanun koyucunun mahkemenin tarafsızlığını ve CMK m.175’den başlayan hükümlerin gereğinin yerine getirilmesini ve bilhassa “Ara verme” başlıklı CMK m.190/1’in, yani adaletin hızlı tecellisini sağlamak gösterilebilir.
Sayın Genel Kurul; “A. İlgili Mevzuat ve Öğretide Ön Soruna İlişkin Görüşler” başlıklı, “V. Gerekçe” üst başlık altında yer alan kısımda her ne kadar maddi hakikate ve adalete ulaşılması için eksik inceleme ve araştırmaların tamamlanmasından, bu sebeple de derece mahkemesinin tüm delilleri toplamasından bahsetmişse de, ulaşılmak istenen hedef bakımından iyiniyetli ve hatta isabetli olan bu görüşün yasal karşılığının olmadığı, çünkü mülga CMUK m.237/3’e, CMK m.206’da veya m.207’de yer verilmediği, dolayısıyla da Sayın Genel Kurulun ifade ettiği biçimde kovuşturma aşamasında derece mahkemesince re’sen delil toplama yetkisinin olmadığı, bunun yerine yalnızca “Delil ve olayın geç bildirilmesi” başlıklı CMK m.207’nin uygulanabileceği, bu hükümde de taraflardan birisinin delilin ortaya koyulması isteminin, bunun veya ispat edilmek istenen olayın geç bildirilmesi nedeniyle reddedilemeyeceği ifade edildiğinden, ancak bu yönde bir talebin reddedildiği, bunun da maddi hakikate ve adalete ulaşılmada eksiklik ve hukuka aykırılık olduğunun temyiz incelemesinde tespit edildiği durumda bozma kararı verilebileceği dikkate alınmalıdır. Bunun dışında, eksik inceleme ve araştırma yapıldığından bahisle yeterli delil toplanmadığı gerekçesiyle bozma kararı verilmesinin yasal bir dayanağı bulunmamaktadır.
Cumhuriyet savcısı soruşturmayı iyi yapamamış olabilir, toplanıp dosyaya koyulması gereken delilleri toplamamış olabilir, hatta duruşma hazırlığı evresinde ve duruşmada taraflar delillerin toplanması ve ortaya koyulması konusunda talepte bulunmamış olabilir, bu sorun sadece ilk derece mahkemesinde değil, istinaf mahkemesinde de devam edebilir. Tüm bu aşamalarda yasal yetki ve haklar kullanılmadan, gerekli taleplerde bulunmadan süreç tamamlanmışsa, dosyanın temyiz incelemesi sırasında CMK m.288 ve m.289 hükümlerini dikkate alan Yargıtay hukukilik denetimi yaparken, Cumhuriyet savcısının veya davanın diğer taraflarının yerine geçerek, CMK m.206’da ve m.207’de yer almayan, mülga CMUK m.237/3’de bulunan, fakat şu an yürürlükte bulunmayan hükümden hareketle maddi hakikate ve adalete ulaşılması için derece mahkemelerinden yeni deliller toplanmasına karar veremez.
Sayın Genel Kurul; eksik inceleme ve araştırma ile bu kapsamda esasa müessir olabilecek yeni delillerin derece mahkemelerince re’sen toplanması gerektiğini, bunun da maddi hakikate ve adalete ulaşılması için elzem olduğunu düşünüyorsa, bu aşamada adaletin hızlı tecellisi ve sanığın haklarının korunması kapsamında “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin maddi hakikat ve adalet karşısında öne alınamayacağını kabul ediyorsa, hatta sanığın ve müdafiinin delil toplama talebi ve bu yönde temyiz başvurusu olmasa da, bu defa sanığın haklarının korunması amacıyla eksik inceleme ve araştırma ile sanığın lehine delillerin sonradan toplanması ve değerlendirilmesi gerektiğine inanmaktaysa, bu konuda yapılması gereken yasal değişiklikten başkası değildir, yani mülga CMUK m.237/3, yürürlükte olan CMK m.206’ya 3. veya 4. fıkralar olarak eklenmelidir. Bu sebeple, uygulamada sıkça duyduğumuz ve gördüğümüz “tevsii tahkikat” talebi yalnızca taraflar bakımından CMK m.207 kapsamında anlamlı olup, derece mahkemelerinin tarafların yerine geçip re’sen delil toplama yetkisi bulunmamaktadır. Derece mahkemeleri sadece, iddianame ekinde sunulan, duruşma hazırlığı evresinde toplanması istenilen ve daha sonra CMK m.207 kapsamında toplanması talep edilen delillerin toplanıp dosyaya koyulması ile sınırlı bir yetkiye sahiptir. Yeri gelmişken, toplanan delillerin mahkemece re’sen delil değerlendirilmesi maksadıyla bilirkişiye gönderilmesinin ise bu konu ile bir ilgisi bulunmamaktadır.
b) Ön Soruna İlişkin Hukuki Nitelendirme
Yukarıda; Sayın Genel Kurulun ön sorun olarak gördüğü eksik inceleme ve araştırmanın tamamlanması suretiyle yeni delillerin toplanmasına ilişkin yasal düzenleme tartışmasını yaptık. Mahkemenin re’sen/kendiliğinden delil toplama yetkisi konusunda yasal karşılığın bulunmadığına işaret ettik.
Bu ön sorun tartışmasını bir kenara bırakırsak Sayın Genel Kurul;
Sanığın sonradan vazgeçtiği kısmi ikrar içeren savunmaları karşısında, maktulün ortadan kaybolma şeklinin ve olay günü sanığın bulunduğu yerin ve zamanın denetime elverişli şekilde tespit edilmesi amacıyla;
Maktulün cesedine veya kalıntılarına ulaşılmasına mümkün olan ve bilinen tüm yerlerin her türlü imkan ve teknik araçlarla aranması ve kazı faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi,
Sanığın ve maktulün telefonlarının bağlı olduğu operatörlere yazılar yazılarak, olay tarihinde sanığın, tanık A.’in ve maktulün cep telefonlarının sinyal aldığı kayıtlarda yazan baz istasyonu kodlarının belirtilerek, bu baz istasyonlarının tümünün olay tarihinde fiilen bulundukları koordinatların kapsama alanının, sinyal vermesi mümkün olmayan yerlerin incelemeye konu cep telefonlarının olay günü sinyal aldığı baz istasyonlarının hangi sektöründen kapsama alanına girdiğinin ve mümkünse ölçekli bir harita üzerinden gönderilmesinin istenmesi,
İlgili operatörlerden gelecek bilgi ve belgeler çerçevesinde; uzmanlardan oluşacak bilirkişi marifetiyle, sanığın ve maktulün cep telefonlarının olay günü süresince sinyal aldıkları ve bulundukları yerler ile sinyal alma ihtimali bulunmayan bölgelerin nereler olduğunun tespit edilip taranarak sınırlandırılması, sanığın olay günü saat 14:00 ila 01:27 saatlerinde bulunduğu konum ve geçtiği güzergahın, dosyada mevcut kamera görüntülerinde araç geçiş hareketlerinin gerçek saatte tespit edilerek, tam veya hakikate en yakın şekilde harita üzerinde işaretlenmesi, olay günü sanığı ve maktulü gördüğünü beyan eden tüm tanıklara tam olarak nereyi kastettiklerinin sorulması, sanığın aracının bu mevkilerden geçen yolun neresinde durduğunun veya hangi istikamete doğru ilerlediğinin, gerek duyulması halinde olay gününe yakın ve benzer günlerde keşif yapılmak suretiyle sorularak, aynı harita üzerinde gösterilmesi,
Harita üzerinde işaretlenen güzergahta; olay tarihinde saat 14:00’da başlayarak ertesi güne kadar maktulün, sanığın, tanık A.’in ve inceleme dışı sanık M.V.’nın, maktulün cesedinin bir şekilde gömülmesi, saklanması veya ortadan kaldırılması ihtimali olan zaman aralıklarında aydınlatılamayan boşluklar bulunduğu, bu nedenle bu kişilerin en son konumlarının tespit edilerek, bilinen yerler dışında takdir edilecek bu yeni yerlerde de cesede ulaşabilmek amacıyla elverişli, yeterli ve teknik imkanlar kullanılmak suretiyle arama ve tarama faaliyetinin yürütülmesi ve cesedin kalıntılarına ulaşılması amacıyla kazı yapılması,
Ceset kalıntılarına ulaşılması halinde; kimliğine, ölüm zamanına ve sebebine dair gerekli incelemelerin yapılıp, sanığın savunmaları, özellikle de tanık A. ile inceleme dışı sanık M.V.’nın beyanları ile olay anına ilişkin konumlarını gösteren bilgilerin karşılaştırılarak, cesede ulaşılamaması halinde ise, sanığın yer ve zaman grafiğini ortaya koyan harita üzerinde işaretlenen ve geçtiği güzergahını her anı gözetilerek, delillerin bir bütün olarak değerlendirilip, sanığın yakalanma anına kadar muhtemel olan cesedi ortadan kaldırma sürecini de kapsayan akla, bilime ve fen kaidelerine uygun, maddi gerçeği her türlü şüpheden uzak şekilde aydınlatacak bir olay kabulü yapılarak sanık hakkında hüküm kurulması,
Gerekleri gözetilmeden; sanığın, cesedine ulaşılamayan maktulü, kısmı ikrarında bahsettiği gibi aracın kasasından düşürerek değil, kasten öldürdüğü ve hemen akabinde cesedi bir şekilde ortadan kaldırdığı kabulü ile kurulan mahkumiyet hükmünün eksik araştırma sonucu kurulduğunun kabulü gerekmektedir.
Nitekim Yargıtay Ceza Genel Kurulu, “cesetsiz cinayet” ile ilgili olmasa da yukarıda “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi ile ilgili yaptığımız tespiti haklı çıkaracak bir karar vermiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 10.10.2019 tarihli, 2019/1-205 E. ve 2019/588 K. sayılı kararına göre; “Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; ‘suçsuzluk’ ya da ‘masumiyet karinesi’ olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; ‘in dubio pro reo’ olarak ifade edilen ‘şüpheden sanık yararlanır’ ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından göz önünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural, dava konusu suçun işlenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti; toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı göz ardı edilerek ulaşılan kanaate ya da herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı, bu ispat, hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkan vermemelidir. Yüksek de olsa bir ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir”.
Ön soruna ilişkin hukuki nitelendirmede görüldüğü üzere Sayın Genel Kurulun;
Soruşturma aşamasında soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısının yerine eksik toplanan ve değerlendirilmeyen delillere işaret ettiği, bunların toplanıp dosyaya alınması gerektiğini, yine kovuşturma aşamasında bozma kararında 5 başlık altında sıraladığı eksik hususlar giderilerek, bu delillerin de ortaya koyulması, gerekli bilirkişi raporlarının aldırılması, tartışılması ve değerlendirilmesi suretiyle karar verilmesinin hukuka uygun olacağını, bu kadar eksik inceleme ve araştırma varken ve bir kısım deliller toplanıp değerlendirilmemişken, suça konu fiilin hukuki nitelendirmesinin yapılarak, bulunmayan cesetten dolayı kurulan veya yeni kurulacak bir mahkumiyet hükmünün eksik araştırma sonucu kurulduğunun kabulünün gerekeceğini ifade ettiği,
Maddi hakikate ve adalete ulaşılması bakımından Ceza Genel Kurulunun yaptığı hukukilik denetimi sonrasında; eksik inceleme ve araştırma gördüğü hususlar bakımından toplanıp değerlendirilmeyen delillerle ilgili tespitlerinin isabetli olabileceği, dosyayı kül halinde inceleme imkanımız olmadığından, bu aşamada eksik inceleme ve araştırma ile ilgili yapılan tespitlere katılmak gerektiği, ancak yukarıda işaret ettiğimiz eksik yasal düzenlemeden dolayı hukuki sorun bulunduğu, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişikliğe gidilerek, mülga 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu m.237/3’de yer alan hükmün aynen CMK m.206’ya veya m.207’ye alınmak suretiyle mahkemelerin re’sen, yani kendiliğinden delil araştırabilmesinin mümkün olabileceği veya bozulan eksik hususlar her ne kadar hukukilik denetimi kapsamının dışında kalsa da, tüm yargılamaların ve hukukilik denetimlerinin amacının maddi hakikate ve adalete ulaşmak olması sebebiyle, bozma kararında yer alan ve maddi vaka ile ilgili olan sebeplerden dolayı tarafların CMK m.207 gereğince delilin ortaya koyulmasını dava taraflarının talep edebileceği, bu kapsamda Ceza Genel Kurulunun bozma kararında yer alan sebeplerin gereklerinin yerine getirilebileceği, bu sırada İlk Derece Mahkemesinin zaten delillerin değerlendirilmesi amacıyla bilirkişi raporu almasında hukuki bir sakıncanın bulunmadığı, böylelikle yasal boşluğun ve eksikliğin ortaya çıkardığı hukuki sorundan kurtulmanın da mümkün olabileceği, ayrıca hukuka kesin aykırılık hallerini düzenleyen CMK m.289/1-h’de “Hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile savunma hakkının sınırlandırılmış olması.” sebebini oluşturan bir hukuka aykırılık varsa, zaten bu sebebin de hukuka kesin aykırılık hali kabul edildiği, bu nedenle de delil toplama ve değerlendirme ile ilgili eksik hususun giderilmesinde yasal bir sorun yaşanmayacağı,
İzahtan varestedir.
Sayın Genel Kurul ön sorun üzerinden verdiği bozma kararında; olay örgüsünü ortaya koyan delillerin toplanmadığını, sadece sanığın, öldüğü kabul edilen kişiyi aracına aldığı ikrarından yola çıkılarak hüküm kurulduğunu, cesede ulaşılamadığını, bu nedenle sanığın ve öldüğü kabul edilen kişinin olay günü ne yaptıklarının ve nasıl karşılaştıklarının, ne kadar süre beraber kaldıklarının, birlikte araçta oldukları sırada hangi yolu izlediklerinin ortaya koyulup netleştirilmediğini, ortada ceset de bulunmadığından, bozma sebeplerinin gereği yerine getirilmeden suça konu fiilin hukuki nitelendirilmesi yapılmak suretiyle sanığın ceza sorumluluğunun belirlenemeyeceğini, bozma sebeplerine göre daha kaybolan kişinin ölüm olgusunun şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespit edilmediği gibi, suça konu olduğu söylenen fiilin hukuki nitelendirmesinin de bu aşamada yapılamayacağını, dolayısıyla somut olayda “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereğince sanığın beraatına karar verilebileceği gibi, toplanacak değerlendirilecek tüm deliller çerçevesinde sanığın kasten insan öldürme veya bilinçli taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan birisi gereğince cezalandırılmasının mümkün olabileceğini kabul ettiği,
Ayrıca; sanığın tutukluluğuna son verilmemesinin muhakkak mahkum edileceği anlamına gelmemekle birlikte, Ceza Genel Kurulunun tutuklama için aranan yasal şartları devam ettiğinden bahisle, bu aşamada tutuklama tedbirine son vermediği,
Görülmektedir.
Bu aşamadan sonra; bizce Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun kararı kesin olmakla birlikte, Sayın Genel Kurul tarafından yapılan denetim, derece mahkemesinin direnme kararının sonucu değil de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının CMK m.308 uyarınca yaptığı itiraz üzerine gündeme geldiğinden, uygulamada teknik olarak derece mahkemelerinin bu karara karşı da direnme hakkının olduğunun kabul edildiğini, İlk Derece Mahkemesi bozulan kararında direndiği takdirde dosyanın, önce 1. Ceza Dairesinin önüne ve Dairenin direnmeyi kabul etmemesi halinde de Ceza Genel Kuruluna geleceğini, İlk Derece Mahkemesi karara direnmediği takdirde, bu defa bozma kararına uyarak, Sayın Genel Kurulun bozma kararında gösterdiği ve beş başlık altında topladığı eksik inceleme ve araştırma ile ilgili hususları tamamladıktan sonra dava ile ilgili yeni bir karara varacağını söylemek isteriz.
Belirtmeliyiz ki; cesetsiz cinayetten hüküm kurulamayacağına dair görüş benimsenmediği takdirde, işlendiği iddia olunan her suçta olduğu gibi ve özellikle cesetsiz cinayet gibi en önemli delilin ortada bulunmadığı bir soruşturmada, soruşturmanın en iyi ve en titiz şekilde yürütülmesi, kaybolan şahsın ayrıntılı bir şekilde ve uzun süre, kaybolduğu veya bulunabileceği muhtemel olan yerlerde her türlü teknik araç ve ekipman kullanılmak suretiyle aranıp taranması, bunun için makul bir süre ve bizce cesede veya kişinin öldüğüne ve nasıl öldüğüne ilişkin yeterli bilgiye ve delile ulaşılabilme zaman sınırı olarak en az iki yıllık bir arama ve tarama işleminin yapılması, bu süreden önce yeterli bilgiye ve delile ulaşıldığında arama ve taramanın sonlandırılması, aksi halde arama tarama işlemlerine muhakkak etkin bir şekilde devam edilmesi, bu süreden sonra ya soruşturma dosyasının beklemeye alınması veya sonlandırılması,
Ancak bu aşamaya kadar şahsın öldüğü ve hayatını nasıl kaybettiği ile ilgili somut bazı delillere ulaşılması, bu kapsamda kamera, ses kayıtları ile tanık, şüpheli beyanlarının, yine her türlü vücut iz ve eserlerinin, yine kaybolan şahsın içinde bulunduğu aracın ve dolaştığı yerlerin en iyi şekilde araştırılıp, şahsın öldüğü ve ne şekilde hayatını kaybettiği ile ilgili yeterli şüpheyi gösteren somut delillere ulaşılması, şüphelinin veya şüphelilerin kasten insan öldürme suçunu işlediklerine dair somut delillerle desteklenmiş örtülü veya açık beyan ve ikrarlarının usule uygun şekilde elde edilmesi, tüm bunlar toplandıktan sonra düzenlenecek iddianame ile açılan kamu davasında CMK m.223/2-e’ye ve m.223/5’e uygun olarak sanık ile maktul arasında illiyet bağı kurmak suretiyle kasten insan öldürme suçunun işlendiğine dair şüphenin sanığın aleyhine yüzde yüz giderilmesi suretiyle mahkumiyet kararının verilmesi, aksi halde CMK m.223/2-a,b,e bentlerinden hangisi somut olayın özelliklerine uygun düşmekte ise o bentten sanığın beraatına karar verilmesi maddi hakikate ve adalete uygun düşecektir.
Kanaatimizce temyiz incelemesinde yapılması gereken; Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223. maddesinin 2. fıkrasının (e) bendi ve 223. maddesinin 5. fıkrası çerçevesinde “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin değerlendirilmesi idi. Cesetsiz cinayetin olabileceğine, bundan mahkumiyet kararı verilebileceğine ilişkin Yargıtay’ın kararları bulunduğu, yani öldüğü ve öldürüldüğü kabul edilen kişinin cesedi bulunmadan da mahkumiyet kararları verilebildiği görülmektedir.
Somut olayda;
1- Yeterli arama yapılmış mı?
2- Kişinin öldüğünü ve öldürüldüğünü veya ne şekilde hayatını kaybettiğini gösteren somut olgu ve bulgular var mı?
3- Sanığın mahkumiyetini yeter derecede beyanı var mı?
Sorularına cevap arandığı görülmektedir. Tüm bu sorulara “evet” cevabının verilebildiği durumda, sanık hakkında mahkumiyet kararı verilebileceğinin kabul edildiği anlaşılmakla birlikte, bizim bunları yeterli görmediğimizi ifade etmek isteriz. Çünkü şüphenin, hukuka uygun yol ve yöntemlerle elde edilmiş somut delillerle sanık aleyhine yüzde yüz yenilmesi gerekir. Şüphe sanık aleyhine yüzde yüz yenilmeden, sanığın mahkumiyetine karar verilemez.
Kanun yararına bozma talepli bir başvuru ile ilgili Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nin 24.04.2012 tarihli, 2012/1266 E. ve 2012/3211 K. sayılı kararı, yukarıda yer verdiğimiz tespitleri desteklemektedir.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi 24.04.2012 tarihli kararında; kasten öldürme iddiası ile hazırlanan iddianamenin Ağır Ceza Mahkemesi tarafından değerlendirildiği, fakat CMK m.170’de yer alan bir kısım unsurları taşımadığından bahisle m.174 uyarınca iadesine karar verildiği,
Buna göre soruşturma dosyasında maktulün kaybolduğu ve kendisinden bir süre haber alınamadığı belirtilmişse de, öldüğüne ilişkin somut ve sabit delillerin ortaya koyulamadığı, bu hali ile karar verip hüküm kurmanın mümkün olmadığı, bu nedenle iddianamenin iade edildiği,
İnsan öldürme suçlarında ceset en önemli delil olmakla birlikte, istisna da olsa bazı durumlarda ceset bulunmasa bile, diğer yan delillerle kişinin öldüğü kesinlik kazanmışsa, failin öldürme fiilini gerçekleştirdiği anlaşıldığında davanın açılabileceği ve suç işlediğinin sabit olduğu durumda da fail hakkında mahkumiyet kararı verilebileceği, ancak somut olayda kayıp kişinin öldüğüne veya öldürüldüğüne dair yeterli şüphenin bulunmadığı, örneğin kayıp kişinin en son şüphelinin yanından değil, tanıklardan birisinin yanından ayrıldığının anlaşıldığı, yine bir tanığın kişinin kaybolduğu iddia edilen günden bir gün sonra spesifik bir saatte caddede gördüğünü söylediği, tüm bunlar karşısında, kayıp kişinin cesedinin bulunması veya onun öldürüldüğüne ilişkin başkaca yan delillerin elde edilmesi suretiyle dava açılmasının gerektiği,
Mevcut durum itibariyle; CMK m.174/1-b’de yazılı olan “Suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen[4]” iddianamenin iadesinde ve bu karara itiraz üzerine verilen kararda hukuka aykırı bir durum görülmemiş olmakla, CMK m.309 gereğince iade kararına yapılan itirazın reddine dair İtiraz Merciinin kararının kaldırılması talebini içeren Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının isteminin reddi sonucuna varılmıştır.
Netice olarak; kasten insan öldürme suçlarında en önemli delilin, kişinin öldüğünü ve hatta öldürüldüğünü gösteren ceset olduğu, cesedin bulunamamasının, kişinin mutlak olarak hayatta olduğu anlamına gelmemekle birlikte, kişinin öldüğünden ve öldürüldüğünden emin olması için gerekli tüm araştırmaların ve incelemelerin yapılması gerektiği, aksi halde eksik inceleme ve araştırma ile değerlendirme yapılmış olacağı ve şüphenin sanık aleyhine yenildiğinden bahsedilemeyeceği, ceset bulunamasa bile, kişinin öldürüldüğünü gösterir başkaca deliller dosyada bulunmadıkça, “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin tatbikinin uygun olacağı, aksi halde suçsuzluk/masumiyet karinesinin ihlal edileceği, dolayısıyla kişinin öldüğünü, öldürüldüğünü ve hatta öldürme fiilini işlediği kişi tarafından öldürüldüğünü, şüpheye yer vermeyecek şekilde gösterir deliller olmadıkça, sanığın mahkumiyetine karar verilemeyeceği unutulmamalıdır. Ayrıca; failin gerçekten kasten öldürme fiilini işlediği kanaatine varıldığında, fakat fiilin nasıl işlendiği, yani failin maktulü ne şekilde öldürdüğü sabit olmadığında, bu durumda da maktulün nasıl öldüğü hususunda sanığın bu şüpheden yararlandırılması gerektiği kabul edilmelidir.
[1] “Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık V.V.’nın, tüm aramalarına rağmen cesedine ulaşılamayan ve ölüm anı kesin olarak tespit edilemeyen maktul F.U.’a yönelik eylemi nedeniyle TCK’nın 81/1. maddesinde düzenlenen kasten öldürme suçundan mı yoksa TCK’nın 85/1, 22/3 maddelerine göre bilinçli taksirle öldürme suçundan mı cezalandırılması gerektiğine ilişkin ise de; Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca öncelikle, sanık hakkında eksik araştırma sonucu hüküm kurulup kurulmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir”.
[2] “Bu kabulle birlikte maktul ile son temas kuran kişinin sanık olduğunun kesin olduğu, maktul ile sanığın bu temasından sonra maktulden hiçbir şekilde bir daha haber alınamadığı, ulusal alanda yayın yapan bir TV programında aranmış olmasına rağmen yaşadığına dair en ufak bir ize dahi rastlanmadığı, bu nedenle maktulün öldüğünün ve akıbetinin sanıktan olduğunun da mahkememizce sabit görüldüğü,
Bu aşamadan sonra tartışılması gereken hususun, sanığın öldürme eyleminin taksirle mi yoksa kasten mi gerçekleştirildiğinin tespiti olduğu, sanık her ne kadar 07/04/2019 tarihli ifadesinde, maktulü aldıktan sonra çok yüksek sesle müzik dinlediğini ve aracı çok hızlı sürdüğünü, keskin bir virajdan geçerken çıtırtı sesi duyduğunu, maktulün bu sırada düşmüş olabileceğini beyanla, maktulün ölmüşse bile taksirle öldüğüne dair imada bulunmuş ise de, olayın bu şekilde gerçekleşmiş olması durumunda maktule yaralı veya ölü bir şekilde ulaşılması gerektiği, ancak sanıkla temasından sonra hiçbir şekilde maktulün ne kendisine ne cesedine ne de en ufak bir eşyasına dahi ulaşılamadığı, bu nedenle sanığın maktule yönelik eyleminin taksirle işlenmiş olmasının mümkün olmadığı, eylemin kasten gerçekleştirildiği, her ne kadar maktulün ölümünün sanık tarafından ne şekilde gerçekleştirildiğine ilişkin bir delile ulaşılamamış ise de, maktulün kaybolduğu 06/10/2017 tarihinden hemen sonra maktulün bulunmasına yönelik hiçbir olay yeri inceleme çalışmasının yapılmadığı, maktulün kendi rızası ile evlenmek amacıyla kaçtığı düşüncesiyle olayın üzerinde yeterince durulmadığı ve soruşturma faaliyetlerinin gereği gibi yerine getirilmediği, sanığın ikameti, maktulün son olarak bulunduğu bağ evi ve bahçesi ile olay günü sanığın kullanımında olan şantiyeye ait 71 AJ 024 plaka sayılı araç üzerindeki olay yeri inceleme çalışmalarının maktulün kaybolduğu tarihten yaklaşık bir ay sonra yapıldığı, eylemin açık arazide gerçekleştirilmiş olduğu da nazara alındığında, maktule ya da ölüm sekline ilişkin herhangi bir delile rastlanmamış olmasının hayatın olağan akısına aykırılık oluşturmadığı nazara alınarak, sanığın maktul Fatma Uyanık'a yönelik kasten öldürme suçunu işlediği mahkememizce sabit görülmüştür”.
[3] “Nüfusu kalabalık olan yerleşim bölgelerinde ise bu sayı daha da artmakta, aynı anda pek çok cep telefonu aynı baz istasyonundan sinyal verebilmektedir. Bu nedenle, farklı kişiler tarafından kullanılan cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsama alanında bulunması ve sinyal vermesi tek başına o kişilerin bir araya geldikleri veya buluştukları anlamına gelmeyecektir... sanık M. Ç. ile N. Ç. ve İ. D.’nın cep telefonlarının sinyal bilgilerinin incelenmesi sonucunda, olay tarihinde cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesi nedeniyle sanıkların buluştukları iddia edilmekte ise de; baz istasyonlarının geniş bir kapsama alanının olması, sanık M. Ç.’in işyeri ile N. Ç.’ın görev yaptığı adliye ve ikamet ettiği lojmanın birbirine yakın yerlerde bulunması ve İ. D.’nın avukat olması dikkate alındığında cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin normal olduğu, başka bir anlatımla İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde birbirine yakın yerlerde oturan, çalışan veya tesadüfen oradan geçmekte olan insanların cep telefonlarının aynı baz istasyonundan sinyal vermesinin olağan bir durum olması gözönüne alındığında, cep telefonlarının aynı baz istasyonu kapsamında sinyal vermesinin sanık M. Ç.’in diğer sanıklarla bir araya geldiği ve görüştüğünü kabule imkan vermemektedir”.
[4] Belirtmeliyiz ki; CMK m.174/1-b’de 2019 yılında 7188 sayılı Kanunun 20. maddesi ile değişikliğe gidilmiş ve bu hüküm “Suçun sübutuna doğrudan etki edecek mevcut bir delil toplanmadan düzenlenen,” olarak değiştirilmiştir. İddianamenin iadesi, bu sebep yönünden kolaylaştırılmıştır.


